MİMARLIK - SANAT MI MÜHENDİSLİK Mİ ?
Mimari; ilgilenen, üzerinde kafa yoran birçok insan için düşünülmesi gereken ve yer yer zorlanılan bir alan. Dışarıdan bakıldığında mimarlığın kolay olduğunu iddia edenler de var tabi. Özellikle de öğrenciler arasında. Görünüşte haklıdırlar da. Çünkü kendileri bir sürü hesap işindedir veya ezberlenecek kuramları, formülleri vardır ve yükleri gerçekten ağırdır ama mimarlık üzerine çalışanların böyle yükleri yoktur. Ancak işin içine bir kere girmeniz en azından yanlarında bulunmanız o zorlukla yüz yüze gelmenize yeter de artar (Gerçekten mimarlık derdinde olanlardan bahsettiğimi belirteyim de, ne olur ne olmaz.) Botton'un "Mutluluğun mimarisi"nden gelsin :
Kız kardeşi Gretl için Viyana'da bir ev inşa etmek üzere akademideki görevine üç yıl ara veren Ludwig Wittgenstein, bina yapmanın ne zor bir iş olduğunu anlamıştır. "Felsefenin zor olduğunu sanıyorsunuz," diyordu Tractatus Logico-Philosophicus'un yazarı, "ama mimarinin zorluğu yanında felsefeninki hiç kalıyor."
İyi de neden ? Bir yapı; işlevleri belirlenecek, kullanıcısının isteğine bakılacak, ihtiyaçları hesaplanıp tasarlanacak ve çizilip/modellenip sunulacak sonunda da yapılacak. Ne kadar zor olabilir ki? Yöntemini öğretmiyorlar mı okulda? Makine üretimi için de benzeri süreç var değil mi? Değil, mimarlıkta süreç o şekilde işlemiyor. Burada çözümü zor birtakım sorularla karşılaşıyoruz ki bu da sanatın alanına sokuyor bizi. Öyleyse girelim.
SANAT
Sanatı tanımlayarak başlayalım. Google'den çıkan bir sürü tanımlamadan ilk ikisini direkt alırsak:
1.
bir duygunun, tasarımın, güzelliğin vb. dışavurumunda, anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü.
2.
bu yöntemlerle ortaya konulan üstün yaratıcılık.
Dışavurum kelimesini gördünüz mü? Sonrasında da yaratıcılık geliyor. Yani soyut veya somut bir şeyi ifade etmek için bir şey yaratmak gerekiyor sanatta.
Sanat dallarının çoğundaki sancılı yaratım süreci burada işte. Resim, heykel, müzik ya da herhangi bir üretim içerisinde ise kişi ifade kaygısı da güdüyor ise bu süreç derinden hissedilir. Bir sürü taslak/eskiz çöpü boylar ve tekrarlayan vazgeçme istekleri, yoğun düşünme süreçleri veya -sürrealist arkadaşların da yaptığı gibi- bilinçli düşüncenin akışından kurtulmaya çalışmak gibi eylemler eşliğinde sanat yapıtı ortaya çıkar. Amaç en başından beri bir şeylerin dışavurumudur. Tabi bu burada kalmaz ve sıra dışavurumun hedefinde olanlara yani alıcıya geçer. Onların da kimi yorumlar, kimi önemser, kimi ekler, kimi çıkarır, kimi dikkate almaz, kimi de ,müşteri veya hoca belki de bir ebeveyn, parçalar...
Öyle ya da böyle elimizde artık bir sonürün var. Bu bir tuval üzerinde dağlar, anne ile çocuğu, İsa ve havarileri ya da birtakım soyut çizgiler veya bir kaç mermer parçasının belirli/belirsiz form ya da şekillerde birleşiminin dışavurduğu şeydeki "Denge, İsyan, Emek, Huzur, Kusursuzluk...." olabilir. Sivri yüzeyde duran topa benzeyen bir heykel içimizde tuttuğumuz çocuğu hatırlatabilir veya kırmızı flamada orak-çekiç de belki adaleti ve emeği. Ancak bu hatırlatma/anlama için alıcı kişinin bir içgörü kazanması ve bazı konularda bilgili olması gerekir. Aksi halde bunların iletilmesi zordur. Örnek olarak yolculuklardaki yalnızlık hissini bilen birisinin Hopper'in Otomat'ından etkilenmesini verebiliriz ya da toplumdaki değerini çok önemseyen kişinin İkarusun Düşüşü'nden anlamlar çıkarmasını.
MİMARLIK SANATI / YAPI SANATI
Sanatın yani bu dışavurumun farkında olan insanlar doğal olarak bunu yapılarında da kullanmak istemişlerdir. Sadece insanlara bir şeyler anlatmak için değil içinde bulunduğu ortama anlam katmak, kendine göre ideal olanı göstermek ve onu yaşamak için de bunu yaptıklarını söyleyebiliriz. Zaten mimarlığın bir barınak inşa etmek yerine bir sanat olarak tanımlanmasının sebebi de budur. Amaç içinde yaşanacak yapılar olsaydı bu kadar çok uygarlık bu kadar çok anıt mezar yapar mıydı? İşte mimarlık sanatı olan yapıları diğerlerinden ayıracak turnusol kağıdı. Eğer hedef barınmaktan ya da işlev ne ise o işlevden ötede bir şey ifade etmek ise burada sanat var.
Söz konusu mimarlık olunca elimizde hükümdarlardan alt sınıfın da altında olup barınaklarda yaşayanlara kadar büyük bir yelpaze var. Zaten işler bu noktada mimarlığı diğerlerinden ayırıyor. Heykel ya da resim sanatı ile kıyasladığımızda mimarlık kelimenin tam anlamıyla içinde kaybolabileceğiniz sanat eserleri anlamına geliyor. Doğal olarak maliyeti fazla ve tabii etkisi de. Ayrıca içinde yaşayanların güvenliği, sağlığı ve yapılan masrafın kontrolünü de hesaba katmak gerekliliği diğer sanatlar ile arasında önemli bir fark yaratıyor. Bu noktada ise çeşitli mühendislikler ile sanatın kesişimine ulaşıyoruz. Çünkü sanat tek başına yapının ayakta kalmasına yetmiyor ve bir hesap bilgisi ile mühendisliğe ihtiyacımız var. Peki bu durumda sanatın alanından çıkar mıyız? Salt mühendislik olmadığı için hayır diyoruz ama bu bizi şu soruya getiriyor : Mühendislik de sanat olamaz mı?
MÜHENDİSLİK SANATI
Çoğu durumda mimarlık bu ayakta kalma meselesi sebebiyle mühendisliğin alt dalına alınmaya çalışılır. Ülkemizde uzun bir süre mimarlık mühendislik ayrımı olmayan okulların mevcudiyetini de biliyoruz. Mimarlığın mühendislik değilde sanat altında anılması özellikle de yıkılan yapıların altında kalanlar söz konusuyken birçok insan için mantıksız görünmüştür belki de. Can kaybı söz konusu iken ne diye estetik ya da anlam kaygısında olasınız ki. Modernitenin işlevselliği öne alması ve süslemeyi cinayet sayması da bunda önemli bir etken de olabilir.
Ancak bu son yaklaşım bana yüzeysel geliyor. Çünkü modern yapıların da aslında bir kaygısı yokmuş gibi bir algıya sebebiyet veriyor. Oysa modern mimarlık kendi kaygılarına sahip. Bazıları bilimi bazıları teknolojik ilerlemeyi yansıtmak derdindeydi, bazısı düzenli yaşamın hatta düzen konseptinin özlemini duyuyordu. Mümkün olduğu kadar mekanik düşünerek sadelik temelinde bir sanat. Bu da aslında mühendislik sanatı dediğimiz şeyin özü belki.
Ayrıca yapıların ayakta kalması meselesi de basit değil. Bu ayakta kalmayı beton ile yapabileceğiniz gibi tuğla ya da ahşap ile de yapabilirsiniz; çelik kullanabileceğiniz gibi farklı teknolojik ürünler de kullanabilirsiniz. Bu da sizin yapılarınızın taşıyıcı sisteminin de salt taşımak amacı gütmediğini ve seçimler yapabileceğinizi gösteriyor. Öyleyse neden mühendislik ile sanat arasına bu kadar net bir çizgi çekiyoruz? Neden mühendisleri salt hesaplayıcılar olarak görüyoruz? Sanatı dışavurum aldıysak ve ortada farklı dışavurumlar varsa pek tabii ortada bir sanat var diyebiliriz kanımca.
Öyleyse sorun mimarlık sanat mı mühendislik mi sorusunda değil inşaat mühendislerinin salt hesaplama yapan kişiler olarak lanse edilmesinde. Mühendisliğin sanattan kopuk olarak algılanmasında. Bunu sadece yapı işleri için değil genetikten yazılıma tüm mühendislik dalları için söyleyebiliriz.
Böylece mimarlık okullarındaki ben sanattan anlamam diyen ve bu yapı nasıl ayakta kalacak ayağına öğrencilerine kullanmayacakları ağır hesapları ya da benzer şekilde maliyet, yalıtım gibi külfetli hesapları (Çoğunu bilgisayarların yaptığı) öğretmeye çalışan hocalar ve meslekte de mimarlıkla ilgilenmeyen mühendisler yerine bu yapı sanatının ortak bir iş bölümü gerektiğinin bilincinde olan hoca ve mühendislere sahip olmanın önemini bir kere daha görüyoruz. Bunun da üstüne çıkıp sanat bilincinde ustalara, müteahhitlere ve kitlelere sahip olabilmeyi de düşünüyoruz. Daha da genişletirsek modern yaşamın uzmanlaşma kaygısında kaybolan işinde uzman bir çok meslek kolundan insanın da sanattan kopmasına bir eleştiri getirebiliriz. Neden olmasın?
Kitap Önerisi:
Mutluluğun Mimarisi Botton
Politika ve Mimarlık Egli
Cengiz Bektaş'ın tüm kitapları :D
Mutluluğun Mimarisi Botton
Politika ve Mimarlık Egli
Cengiz Bektaş'ın tüm kitapları :D
Yorumlar
Yorum Gönder