İNANMADAN YAŞANABİLİR Mİ?
İNANMAK NEDİR ve NEDEN İNANIRIZ?
İnanmak kelimesi sözlükte gerçek kabul etmek, güvenmek, yüce varlık olarak görmek gibi ifadelerle tanımlanır. Yani temelde bir şeyin doğruluğunu kabul ve bilgi kaynağına güven yatıyor. Baştan belirtelim burada meselemiz sadece bir dine inanmak değil insanın inanma kabiliyeti ve potansiyeli. Google'ın ilk tanımını "bir şeyi doğru, gerçek kabul etmek" alıp bu bağlam ile sorumuza dönelim, neden inanırız?
Sebebi basit, inanmadan bir şey yapamayız. Yani yaşamımızı devam ettirebilmek için; diğer canlılardaki pençeler, kürkler, çevik kas yapıları, kamuflajlar gibi fiziki olarak pek bir avantajımız yok buna rağmem Dünya'ya hakim olma iddiasındayız ve bunu da aşıp diğer gezegenlere ulaşmayı planlıyoruz. Uzaya uydular gönderiyor, çok kapsamlı iletişim sistemleri kullanıyor ve yüksek miktarda ve tehlikeli enerji kaynaklarını yönlendiriyoruz. Bunları yapabilmemizi sağlayan temel yetenek (diğer canlılarda olmayan) "Örüntü Tanıma" ve ardından gelen "Örüntü Oluşturma". Şöyle ki bir veya birkaç nesneye bakıp da bu nesnelerin aralarındaki bağlantıları anlıyoruz. Örneğin bir ağaca bakıyoruz, sonra o ağaçtan düşen elmaların ağırlığına bakıp, onların saplarının inceliğinden bir sarsıntının elmaları düşüreceğini hesaplayabiliyor ve elma düşürmek için ağacı sallıyoruz. Buraya kadarını aslında birçok hayvan da yapabiliyor. (Kaplumbağayı yükseklerden bırakan kartalı veya zeki karga videolarını bir düşünürsek çok daha fazlasını).
İnsanı ileri götüren ikinci bir mekanizma burada ortaya çıkıyor. Devreye artık mevcut örüntüyü tekrarlarsak çalışacağı inancı giriyor. Bunu formulize edip diyoruz ki ağırlığı olan nesneler düşerler. Ardından Sistemlerimizi bu formüller üzerine kuruyoruz, projelerimizi bu formüllerle temellendiriyoruz üstüne söz konusu olgu defalarca kanıtlanınca da artık onu kanun addediyoruz. Bir süre sonra da doğal olarak herkes İNANIYOR. İnandığımız şey formülün neden doğru olduğu veya ardında yatan matematik değil daha önce defalarca kez şahit olmamız özünde.
Tekrar gerçekleşeceğini biliyorsak (bir noktadan sonra bilmek demek gerek) üzerine güvenilir bir sistem inşa edebiliriz düşüncesi. Eğer formulün, sistemin, mekanizmanın tekrar çalışacağına inanmak olmasaydı sürekli tekrar tekrar o aynı hesapları yapmak zorunda kalırdık ve ilerleme mümkün olmazdı. Dolayısıyla bilimin kendisinde bile başlangıçta bir şeyleri kabul etmek var.
İnancın en kapsamlı örneği para:
İcadına kadar değiş tokuş yöntemi kullanılan para temelde güven ve ön kabul yani inanmak üzerine kurulu. Para birçok Cem abinin şakayla anlattığı gibi bir anda ortaya çıkıp hadi domates ile şu demir parçasını eşdeğer kılalım kafasıyla var olmadı. Takas yöntemi çalışıyordu ancak takaslanacak ürünlerin değeri değişken olunca paranın doğuşuna zemin oluştu diyebiliriz. Domatesden gidelim takası muhatabında da deri olsun. Bir başkasında da elbise. Öbüründe ayakkabı. Örneğimizde sizin deriye ihtiyacınız var ancak dericinin yok, onun elbise alması lazım. Elbise satan insanın da domatese ihtiyacı yok o da ayakkabı istiyor. Ayakkabıcının da deriye ihtiyacı var dersek ne kadar karıştığı ortada. Kimin neye ihtiyacı olduğunu bilmek, neyi neyle takas edebileceğini kurgulamak çok zor. Ürün miktarı, dönemlere göre ihtiyaçlar ve çeşitlerin artması gibi faktörleri de işin içine kattığımızda herkesin ortak kabul ettiği bir şeye ihtiyacınız var aksi takdirde ekonomik düzeni oturtamazsınız. Bu ortak malzeme bazı bölgelerde madenler, bazı bölgelerde deniz kabuğu, bazı bölgelerde baharat olarak yerleşse de sistemin temelinde yatan sebep aynı: Ortak kabul. İsmi de para. Sonrasında yavaş yavaş gelsin günümüz ekonomik sistemi.
İşte bunu başka bir canlı yapamaz. Sözgelimi bir kediye elinizdeki 100 lira karşılığında elindeki ciğeri verdiremezsiniz. Ya da bir ineğin otlarını da 20 liraya alamazsınız önünden. Çünkü siz elinizdeki paranın ottan da ciğerden de daha değerli olduğunu düşünürken hayvanlar öyle düşünmezler. Peki kim gerçekçi? Tabii ki hayvanlar, çünkü gerçekte bir kağıt parçasının etten daha önemli olmadığı aşikar. Paranın besin değeri yok, herhangi bir işe de yaramaz genelde. Öyleyse değer katan inanmak. Eğer karşınızdaki manav elinizdeki kağıdın değerine inanmıyorsa meyve alamayacaksınız. Dünyada kimse inanmadığı zaman da ekonomik sistemde ortadan kalkacak doğal olarak. (Şunu da belirtelim toplam paranın sadece yüzde 10'u aslında gerçekten var kalan kısmı ise sadece bir yerlerde yazan rakamlardan ibaret.)
Tıpkı para gibi bilimin formülleri, toplumsal kurallar, insan ilişkileri (karşılığına inanmazsan ne diye ilişki içerisindesin, ya da ne zamana kadar ilişkide kalırsın?), ekonomik sistemler, sosyal düzenlemeler... hepsi inandığımız sürece gerçek kalıyorlar.
İnanmanın tehlikeleri
İnanmak bu kadar işe yarıyor ise neden birçok konuda herkes karşı çıkıyor inanca? Başa dönelim, örüntü tanımaya yani insanın doğal olarak noktaları birleştirdiği ve ortaya bir desen/formül/tanım çıkardığı yere. Bu her zaman gelişim odaklı olan bir şey değil. İnsanoğlu bu yeteneği geliştirecek şekilde evrildi çünkü vahşi doğada hayatta kalabilmesinin yolu bu yetenekten geçiyordu.
Ancak evrim iyi olana doğru yol alır diye bir kaide yoktur. Sonuçlara her zaman olumlu olacak diye bakamazsınız.
Formülleştirme ve sınama gibi bilimsel metotlar güzel şeyler ancak onların yokluğunda da insanlar gördükleri her örüntüye inanmaya eğilimli. Bir bitkinin zehrini test edemiyorsanız ondan uzak durmalısınız değil mi? Korkunun evrimi konunun dışına çıkmak olur ama özünde o da birtakım noktaların birleşip tehlike olarak tanınması ve inanılması olunca bahsedilmesi gerek. Çünkü korku ve kaçınma dürtüsü ile inancın tehlikeli sularına giriyoruz.
Örüntülerin denk geldiği şeylerden korkmak:
Cosmos belgeselinden bir örnek: Kuyruklu Yıldızlar
İnsanlar kuyruklu yıldızı görür ve ortaya çıkan olayları not ederler. Aralarında bir örüntü bulurlar. "Şuradan şöyle bir yıldız kayarsa savaş, şöyle kayarsa kıtlık, şöyle kayarsa da salgın olacak." Peki bu gerçekten doğru mudur? Bu bir yere kadar mantıklı görünmüş ama kaçırılan nokta şu yakın zamanlara kadar sürekli bir yerlerde salgınlar, kıtlıklar, savaşlar var yani tesadüf olasılığı çok yüksek. Tabi insanoğlunun bir kere görmesi bile yetiyor bir şeye inanmaya. Bu o kadar güçlü ki Günümüzde artık o kadar sık felaket yok ancak yine de insanlar bu tür inançlara inanmaya devam ediyorlar.
Belirsizlikten korkmak:
İnsan doğası gereği açıklayamadığı şeyden korkuyor. Onu açıklayan şeye de inanmaya başlıyor. Bir şeyin belirsiz olmasındansa yanlış olmasını ama belirlenmesini tercih ediyor. Evrimin yönü doğu olacak diye bir şey yok demiştim.
Bir şeyin olacağından duyulan korku, belirsiz kalmaktan duyulan korku ile birtakım örüntüler de birleştirilirse inanç insana vereceği en yüksek zarar seviyesine ulaşıyor. Köktendinci bağnazlık, bilim karşıtlığı, sözde bilim, burçlar, fallar ... bütün bu saçmalıklara inanmanın temeli aynı. İnandığı şeyi kanıtlama, aksini görmezden gelme hepsinin ortak noktası.
-Efe Aydal'ın örneği: İnsanlar Kuran'a basmayan kedi videosunu görünce bunu dinin kanıtı sayabilirken, tonton ve arkadaşlarına basmayan kedi videosu ortaya çıkarsa bunun kanıt olamayacağını görür ve bilimsel olmadığını iddia ederler. Son derece şüpheyle yaklaşırlar.
-Evrim karşıtları kanıt yetersizliğini sürekli sebep gösterirken kanıtları dahi olmayan birçok meseleye direkt inanırlar.
Ancak olay sadece bağnaz dinci kafayla da sınırlı değildir. Dinlere inanmayıp, onları anlamadan-dinlemeden-sorgulamadan küçümseyen, basmakalıp ezberlerle karşı olanlarda da bu kafa mevcut. Ki kanımca bu ikinci kafa yapısının tehlikesini hafife almamak gerekir.
Bulundukları çevre gereği dinlere mesafeli olmak kimsenin sorgulayıcı bir kafa yapısına sahip olduğunu göstermiyor ve göstermeyecek.
Uzaylılar tarafından kaçırıldığına inanmak da, komplo teorilerini gerçek sanmak da, burçlara göre hareket etmek de, fallara inanmak da bağnaz dindarlık kadar hatta birçok durumda daha da fazla tehlikelidir. Çünkü bu insanların çoğu kafalarındaki etiketler ile gerçeklikten bağımsız yönlenirler. Yönetilmeleri aşırı kolaydır. Bir komplo teorisi at inansın. İnanmayanı da yobaz, cahil, aptal ilan etsin. İşin garibi ise bu insanların ortamlarda bilgiliyim diye dolanması ve insanlığın birçoğunun bu bilgilerin kaynaklarını sorgulamadan kabullenip saçmalıklara prim vermesi. Bu şekilde yolunu bulanlara ne diyeceğimi bilemiyorum.
Çözüm: bilimsel yöntem
Sınayabilmek, analiz edebilmek, deneye tabi tutmak, SORGULAMAK.
Bizi insanlar ne der diye düşünmeden, ortamlarda üstün görünme kaygısına sokmadan, korkulara aldanmadan ilerletebilecek yegane yöntem, Atamın deyişiyle en hakiki mürşit.
Bilimin; yaklaşım ne olursa olsun, ne kadar geçerli görünürse görünsün şu an kabul ettiğimiz şeyin yanlış olma ihtimalini asla bir kenara bırakmayıp sürekli sorgulamasına da bu yüzden hayranım. Üzerine kurulan onca birikimden sonra ortaya çıkıp da birilerinin bunun her zaman doğru olmayacağını; bazılarının gençlik ortamında kendini alay konusu edeceğinden, akademide ciddiye alınmayacağından, çevresinde dışlanacağından ve daha bir sürü tehditten korkmadan göstermesi muhteşem. Newton prensiplerini sorgulayan ve kesin doğruları (Zaman, mekan, kütle, uzunluk gibi) göreceli kılan Einstein gibi. Yaratılış teorilerine karşı duran Darwin gibi. Yıkıldı zannedilen ülkenin aslında dik durarak ayakta durabileceğini gösteren Atatürk gibi. Dinlerin etkisinin azaldığı sanılan bir dünyada "Tanrı Savunusu" nu yazan Karen Armstrong gibi. Burçlar, komplo teorileri, düz dünya, aya gitmenin imkansızlığı, kadınların değersizliği gibi konular konuşulan arkadaşlar arasında doğruları savunan birçok genç gibi.
Bu konuda birkaç video tavsiyesi:
Efe Aydal Kırmızı Hap 4: Politik Doğruculuk
Carl Sagan Cosmos 3. bölüm (Astroloji üzerine sorgulama olarak)
Neil deGrasse Tyson Cosmos 3.bölüm (kuyruklu yıldızlar üzerine )
Görsel kaynağı:
https://sizofrenifederasyonu.org/3116/dusunen-adam-heykelinin-hikayesi/
Yorumlar
Yorum Gönder