KENDİ KENDİNE YETEBİLMEK NE KADAR MÜMKÜN?



(Namı değer:
"Kendi yağında kavrulmak")

    Modern Dünya'da özellikle insanların gözüne sokulan bir olgu "kendi kendine yetebilmek". Televizyonlarda internet ortamında, kurgu eserlerde o kadar çok vurgulanır ki herkes kendine her konuda yetebilecekmiş algısı oluşur. Ancak birilerinin böyle bir şeyin mümkün olmadığını söylemesi lazım çünkü sosyal primat yapımız gereği doğumdan ölüme kadar her zaman birilerine ihtiyacımız var. Ekonomimiz, toplum sistemlerimiz ve inançlarımız bunun üzerine kurulu. Birisi bir şeyi üretir, diğeri başka bir şeyi ve çark böyle döner. Dolayısıyla mecburuz diğerlerine. Duygusal dünyamız için de durum böyle haliyle. "Ben çok başarılıyım kimseye ihtiyacım yok" diye ortalıkta dolananlara aldanmamalı çünkü üstüne basa basa vurgulamaları bile ihtiyaçlarını ele veriyor çoğu zaman.

    Burada insanlara bağımlı  veya yük olmamak gerekir düşüncesi haklı ve yerinde bir karşı çıkış olur. Zaten yapmak istediğim de bu iki düşünceyi doğru bakış açısında birleştirebilmek. Arada bir yerlerde bir çizgi var ki üstünde durmak önemli bir meziyet.

    Çizginin bir tarafında çevresine bağımlı, kendi fikirleri ve düşünceleri olmayanlar var diğer tarafta da ben her şeyimi kendim yaparım kimseye muhtaç değilim diyenler. İkisinin ortak noktası ise yaşayamamak ve bunun getirdiği mutsuzluk. Özgür olamamak acısı. Kanımca bu  çizgiyi belirleyebilirsek bu paradokstan da kurtulabiliriz. İşe biraz geniş perspektiften bakmak genelde işe yarıyor. Öyleyse insanlık tarihine bakalım.

Tarih Boyunca İnsanlar Kendine Yetmeyi Hep Önemli mi Buldular?

    Hayır 🙃. Özünde bu kendi kendine yetmek kavramı insanlık tarihine kıyasla çok çok yeni bir olgu. Milyonlarca yıl içinde sadece son bir-iki yüzyıl diyebiliriz. Şöyle bir benzetmeye başvuruyorum: Eğer insanlık bir yıldır var olsaydı bu konunun önemi sadece son günün son saati içinde olurdu. Peki kalan günlerde durum neydi?
(Cosmos izledim evet 🙃) 

    Atalarımız için içinde bulundukları toplumdan ayrı olmak vahşi doğada kalmak demek. Tek bir insanın doğada başarı şansı olmayacağı için de bu genelde ölümle denk.  Sadece mağara devri için de geçerli değil bu durum çünkü en büyü düşmanlarımız açlık (ve toplum düzeyinde kıtlık), hastalık (ve toplum düzeyinde salgın) 20. yüzyıla kadar çok büyük hasarlara sebep olmaya devam etti. 

Kendi olmanın başarı şansı olmadığı gibi kendini topluma adamak da bir seçenek değil zorunluluktu. Doğal olarak etkileri de eserlerimize yansıdı:dinlere (evet din bizim eserimiz, sakallı) efsanelere ve hikayelere.... Önceki yazıda değindiğim Harari'nin örneğinde haritaları boşa öcülerle doldurmadık yani. Adem ile şeytan hikayesine baktığımızda da bunu görürüz, sürüden ayrılanı kurt kapar gibi sözlerde de.

 Ancak söz konusu insanın keşif dürtüsü ve merak duygusu. Hikaye ve mitle ne zaman durdurabildik ki?  İnsanı evrim sürecinde başarılı kılan da bu. Yani hep yeniyi aramak içimizde var.

    Sahi neden insanlar yenilik arar? Şu soruyu sormak lazım, "eğer gerçekten berbat muamele gördüğünüz, fakir ve çaresiz bir hayat içinde iseniz ve bu doğduğunuzdan beri böyle gelmiş böyle gidiyorsa ve bunun dışına çıkmak ölüm gibi gösterildiyse ne yaparsınız?" Hemen giderim demek yanlış cevap. Günümüz bakış açısıyla bakmak olur bu. Gittiğiniz yerde açlıktan ya da hastalıktan ölecek veya köle olacaksınız belki bunu unutmayın. Öyleyse ne yapılabilir? Cevap basit, elinde olanı koruma üzerine kurulu yenilikten kaçınan muhafazakar zihniyet. 
(Her toplumda gidenler de olur elbet ama çoğunluk açısından bakıyoruz)

Taa ki elinde hiçbir şey kalmayana kadar. Özellikle batı Avrupa'da çok uzun süre olan durum. Ne Roma ne de diğer imparatorluklar burayla ilgilenmiş gelen de köle ya da vergi almaya gelmiş (Özellikle de en batı bölgeler olan İngiltere ve İspanya) 

Burası çokomelli:
İngiltere ve İspanya 

Halinden memnun imparatorluklar yerine bu bölgelerin insanları arayış içine girdiler ve gördüler ki yenilik peşinde olmak eski düzene sadık kalmaktan çok daha büyük getiriye sahip onlar için. Sonuca baksanıza:
-coğrafi keşifler 
-bilimsel keşifler
-sanayi devrimi
...

Bu yepyeni bir bakışın kapısını açtı doğal olarak.

    İnsanların kafasına yavaş yavaş doğduğu kurallara bağlı kalmamama, istekleri için mücadele etme, yenilikten korkmama gibi kavramlar köklü bir biçimde yerleşmeye başladı. 

Peki bunun kendi kendine yetme ile ne ilgisi var?

     Devletler yeniliklere yatırım yapmanın gelişim demek olduğunu görünce insanlara eğitim vermenin önemini anladılar. Bireyler artık eğitim sayesinde ailesine ve aile mesleğine bağlı kalmak zorunda olmayınca harikalar çıkıyordu. Banka kavramı da oluşunca maddi gücü ailesinden almak zorunda olmayan birey; aile, çevre, toplum gibi baskılara maruz kalmadan hareket kabiliyetine ulaştı. Sistem toplum temelli olmaktan birey temelli olmaya döndü çok hızlı bir şekilde. Sigorta sistemleri de bireyin sağlığını, güvenliğini ve yaşam kalitesini garanti eder şekilde düzenlenince birey başkalarına neden ihtiyaç duysun? 

Kendi olan bireylere sahip toplumlar kazandıkça mesaj gittikçe netleşti: 
Kendin olman senin için çok önemli, bunun için gereken eğitimi almalı ve kendini keşfetmelisin.

    İşte kendine yetmenin altın çağı. Kişi hayatını kendi yeteneğiyle kazanırsa kendine yetiyor gibi bir algı kafamızda artık. 

    Ancak gördük ki bu kariyer üzerine kurulu hayatlar insanlara yetmedi ve yetmiyor. Çünkü insanın temel ihtiyacı sadece yaşamak ve bunu sürdürmek değil. Maslow'un piramidinde üçüncü basamakta bulunan onaylanma ve sevgi gibi ihtiyaçların da insan için öneminin çok büyük olduğunu derinden hissediyoruz ve bunlar karşılanmayınca acısı da doğal olarak büyük oluyor. Bu tamamen yeni kavram eski beyinlerimize yeterli gelmiyor kısaca.

     İnsanların başarıları ne kadar büyük olursa olsun şahit olan birisi varken anlam kazanıyor ki sanırım bahsettiğimiz çizgi de burada ortaya çıkıyor. Kendi kendine yetmek demek içinde bulunduğun çevreyi gerektiğinde bırakabilmek demek ancak buradan yalnız devam etmek gerektiği anlamını çıkartmak yanlış bu bağlamda. 

  Aksine kendin gibi olanları aramalı  ve eğer yolunu az çok çizebildiyse kişi o yolda ilerlemeye istekli olanlarla hayatına devam etmeli. Yollarının farklı olduğu insanlardan ayrılmak doğru ama yolu yalnız gitmek çok da doğru değil (uzun süre). Hatta yolu farklı olsa da hayatında birbiriyle kesişimi olacak insanlar var. Kariyer, para, şöhret gibi şeyler peşinde koşarken her şekilde yanında olacak değerli insanları gözden kaçırmak gerçekten de çok büyük acılara sebep olabilir. Bunun için de arada durup bakmak gerek. Aksi takdirde aslında ilk ve ortaçağ bağnazlarından bir farkımız kalmıyor.

    Barış Manço'nun da dediği gibi aman yavaş AHESTE.

Tiz-i reftar olanin payine damen dolasir. Erisir menzil-i maksuda aheste giden.     (Ziya Paşa)
Başarı peşinde koşanlar içöin aynı parçadan:
Perdedar-i mikuned der kasr-i kayser ankebut
Bum nevbet mizenet  ber tarimi afrasyab  (Sadi Şirazi)


Kayzerin mezarına örümcek, Afrasiyabın yerine baykuş geliyor nihayetinde. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÜÇ KİTAP, ÜÇ İNTİHAR (Notre Dame'ın Kamburu, Sefiller, Deniz İşçileri)

DİBİ GÖRMEK, SIFIRDAN BAŞLAMAK

İkarus'un Düşüşü Sırasında Bir Manzara Tablosu ve Önem Verme Üzerine